GvZFm Hoş Geldiniz....
   
 
  Hayatın Gerçeği
Hayata Dair Uzun Cümleler... 
 Aşka, Sevgiye Ve Kaybetmeye Dair...

Hayata dair uzun cümleler kurmuyorum artık, içinde nesne, zamir, yüklemler olan. Çünkü uzadıkça cümleler anlaşılmak zorlaşıyor. Her bir zamirde birisini kaybediyorsun anlaşılacağını beklediğin. Her bir nesneye birisinin ayağı takılıyor ve yüklemler herkese ağır sorumluluklar yüklüyor.

Ben seni seviyorum desen birisine hemen suçlayıveriyor “ben”de gördüğünü zannettiği kibire aldanarak ve “sen” dürtüsüyle hemen savunmaya geçiyor kendisini. “ben” enaniyet, kibir, gurur; “sen” zanlı, suçlanan, ötekisi oluyor, ondan sonra  “seviyorum” kimin umurunda. İşte “bana mı sordun severken” oluveriyor her şey…

Bunun yerine kısacık cümleler kurmak daha güzel geliyor her zaman. “ben gidiyorum, sen gittin, ben buradaydım, sen gelmedin, biz bittik…”. Ne “ben”in kibiri kalıyor işte ne “sen”in öfkesi, geride sadece yüklemlerin ezici sorumluluğu. Belki de bu yakışıyor insan doğasına, ne de olsa yalnızlığı sever hep, sevilmekten pek hoşlanmaz; bencildir, kendisinden başkasıyla paylaşamaz, elindekilerin değil kaybettiklerinin aşığıdır hep bu yüzden. Kaybetmese bilmeyecektir kıymetini arkasından ağladığı şeylerin umarsızca devam edecektir onları tüketmeye. Ne vakit onları kaybetse anlar sahip olduğu zenginlikleri ve bu sefer bir zaman sahip olmuş olduklarıyla övünür.

Bu yüzden de kaybetmenin dayanılmaz bir hazzı vardır iliklere kadar ıslatan bir yağmur gibi siner insanın bedenine. Ölüm döşeğindeki birisi kadar kim sevebilir yaşamayı ya da hangi anne şefkat gösterebilir kısır bir annenin olmayan yavrusuna gösterdiği kadar ya da varlığın kıymetini kim bilebilir iflas etmiş bir zengin kadar. Neden insanların kıymetinin ölünce bilindiği söylenir ya da elele bir çift gördüğü zaman giden sevgiliye gözlerin döktüğü damlaları o kadar saf kılan nedir?

Bir arap şairin "keşke gençliğim bir gün geri dönseydi de ihtiyarlık başıma ne haller getirdi ona şikâyet etseydim" sözüne, orta yaşı geçmiş hangi insan katılmaz ki? Bu yüzden hayata dair uzun cümleler kurmamalıyım. Beklentilerim üst üste iki uzun cümle kuracak kadar olmamalı, belki kısacık bir cümle, belki birkaç kelime. Sanırım o zaman daha az hayal kırıklığı oluyor insanda daha az törpüleniyor umutların en azından. Bir de insanlar tarafından anlaşılamamaktan veya yanlış anlaşılmaktan korkmuyorsun. Kaybetmekten korkmadığım gibi.

Kaybetmek güzeldir. Kaybedince insan, duygularını tam kapasiteyle kullanmayı öğrenir. Varlığında kıymetini bilmediği şeyleri hafızasında yaşatır tekrar tekrar. Bu sayede saniyelerin ömrü uzar ve çabuk geçtiğinden şikâyet ettiğimiz hayat daha ağır davranmaya başlar akışkanlığa karşı. Bir sevgiliyse kaybedilen bir rüzgar gibi geçen mutlu günlerin hatırası ıstırap dolu saniyeler olarak kazınır insan ruhuna ve geçmek bilmez o saniyeler. Fakat bir noktadan sonra, öncesinde kıymeti bilinmeyen ve hor görülen o anların mutluluğu ikinci kez yaşanır ama bir farkla, artık o mutluluk sebebi yoktur ve bu yüzden bir bencilliği de kalmamıştır hislerin ve kaybetmiş olmanın saflığıyla yaşanır her şey, yani mutluluk geç de olsa öğrenilmiştir ve dimağında tatlı bir acı kalır insanın.

Kaybetmedikçe her şey çok farklıdır oysa. Duygular çok karmaşıktır ve herkes aşık olduğunu sanmaktadır. Aşk ise ne demek olduğunu kimsenin bilmediği, olup olmadığı hep tartışılan ve bütün insanlığın mutsuzluk nedeni. Ona hiç güvenmedim. Sadece insan duygularının şizofren yanlarının bir araya gelerek kendilerine bir kurban seçme hali, herhalde başka bir açıklaması da olamaz. Sevilmeye ihtiyacı vardır insanın, aşırı bencilliği ve kendine duyduğu sevgisi yetersiz kalmıştır, kendisini sevecek birisini arar, bulunca da kendisinden başka bir aşığının daha olmuş olmasının verdiği hazla kendi dünyasındaki yalnızlığından kurtulmaya çalışır, çünkü bencil dünyasında tek başına olmak sıkıcı gelmeye başlamıştır artık. Dünyasının kapılarını açar sonuna dek misafirine, çok sıcak karşılar onu her şey gül pembedir. Ancak kısa sürer bu paylaşım ve misafirperverlik. Bir süre sonra sıkılır yeni misafirinden, ona kendi dünyasında barınabilmesi için kendi dünyasının kurallarını okur. Eğer başka bir misafirin uğraması muhtemelse o dünyasına oldukça sert ve bencildir o kurallar. Misafir de başka bir dünya bulamamaktan korkuyorsa zorunlu itaatten başka çaresi yoktur. Netice ise katlanılması zor bir hükmetme çabası ve aidiyetlik duygusu. Ve zamanla öfke, kırıcılık, şiddet ve "aşk biter".

Bazen de birisini sevmek ister insan, sığınmak, paylaşmak ister. Mutsuzluğunu gidermenin tek çaresi olarak görür bunu, yüklendiğini sandığı hayat yükünü birisiyle paylaşmak ister, toplumun kendisine yüklediği evlenmek ve neslini sürdürmek dürtüsüyle. Bu yüzden de sahiplenilmek ister sahiplenmek istediği oranda. Yani acizliğini gidermek ister başkasının omuzlarına yaslanarak.

Bazen şehvet karışır işin içine. Ya çok güzel ya da başkalarının çok güzel dediği birisiyle karşılaşır ve sahip olmak ister dayanılmaz bir ihtirasla, açlıkla. Belki bu noktada aklını ve ahlakını bile bir yana bırakır, efsunlanmış bir şekilde sadece duygularının peşinden gider.

Aşkta aşkına ya da aşığına karşı insanın hissettiği duyguların çok azını ise sevgi, saygı ve şefkat oluşturur. Sevgisi aşığının kendisine ait olmasından kaynaklanır, zaten insanın doğasıdır kendisi gibi kendisinin olanı da sevmesi. Saygı duyar çünkü aşkı veya aşığı kendisine ait olmayı ve onun dünyasının kurallarına uymayı kabul etmiştir. Bu yüzden de kendisi gibi yüce bir dimağı keşfedebilmiş olan aşık saygıyı hak eder. Ama yine de acizdir, zayıftır, korunmaya ihtiyacı vardır bu yüzden de şefkat kaçınılmazdır.

İşte aşk bu duyguların bir harmanı. Yani biraz bencillik, biraz yalnızlık korkusu, biraz ihtiras, biraz şehvet, biraz saygı, biraz da şefkat karışımı anlaşılmaz bir hastalık. Tıpkı günümüzde teşhis konulamayan bir çok hastalığa kanser denildiği gibi birçok ruh hastalığının adı da aşk olarak konulmakta. Bu hastalıklardan kaynaklanan birçok cinnete rast gelmişizdir hep gazete ve televizyon haberlerinde. Aşktan bu kadar çok bahsedilen ve insanların bir birine bu kadar kolay "aşkım" diye hitap edebildiği bu zamanın en büyük meselesi doğru aşkı bulmak (!). Evlilikler biter aşk bitti bahanesiyle yada evlenmekten korkmaya başlamıştır insanlar evlilik aşkı öldürüyor diye, hele buna bir de televizyonlarda örnek yaşam olarak sunulan paparazzi insanlarının bu yöndeki demeçleri eklenince aile denen kutsal kurum çoktan bir yerlerine tekmeyi yemiş oluyor.

Oysa hiç olmamıştır aşk denilen şey. Sadece aranılan istenilen elde edilince, tatmin olmuştur duygular ve ortadan kaybolmaya başlamıştır onların şizofren yanları dolayısıyla artık ayılmaya başlamıştır o ölürcesine (!) birbirilerine aşık olan insanlar. Artık yalnız kalmak korkusu kalmamıştır, hayatı birlikte yaşamak zorunda olduğu birileri vardır, bencil olamayacaktır, dolayısıyla sevilmek o kadar da önemli değildir bundan sonra. İstediğini elde etmiş olmak ihtirasını kırmıştır ve zamanla şehvet de yerini bıkkınlığa bırakmıştır. Aslında karşısındakinin de aynı sebeplerle kendisini tercih etmiş olduğunu anlaması kötü koymuştur ama bunun artık bir önemi yoktur. Sadece ona duyduğu sevgiyi ve saygıyı biraz törpülemiştir. Şefkat ise acizliğini gördükçe kendisinin de ihtiyacının olduğunu düşündüğü ve başkasına verilemeyecek kadar az olan bir duygudur o anda. Sonra evlilik aşkı öldürüyor oluverir işte.

Aşka inanıp da onun peşinden giden ve mutsuz olan o kadar insan var ki hemen bir kaçını görmek için etrafa bakmak yeterli oluyor. Aşkları uğruna sevdiklerinin her türlü ezasına ve cefasına katlanan, bu uğurda en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan onlara sunan, aşklarının verdiği ıstırapla hastanelere, sokaklara, fuhuş yuvalarına, hapishanelere düşen o kadar insan var ki...

Bir de hiçbir günahları yokken aşktan nasibini alan küçük çocuklar var tabi ortada kalan. Anne ve babalarının aşk bitti bahanesiyle ortada bıraktıkları, hayata yenik olarak başlayan çocuklar, hangi aşk bu sonucu haklı çıkarabilir ki? Bunun yanında gayrimeşru olarak dünyaya getirilip bir hayvan yavrusu gibi sokaklara terk edilen ve bu sayede ileride suç makinesine dönüşen, toplumun kanayan yarası haline gelen çocukları söylemeye dil varmıyor zaten. Tek sebebi ise sonrası düşünülmeden bencil duygularla insanın ruhunu teslim ettiği aşk. İnsanoğluna bu kadar zarar veren bir duygu ruhsal hastalıktan başka bir şey olamaz. Aşık olunanın sadist, aşık olanın ise mazoşist olarak dahil olmayı kabul ettiği bu ikili duyguya yazılan o kadar şiir ve edebiyat ürünü ise edebi kaygıdan başka bir amaç taşımaz.

Sevgi ise aşktan çok farklıdır, birisini görür görmez olmaz belki, sıradandır her şey, diğerlerinden hiç farkı yoktur karşısındakinin. Ama öyle bir hareket öyle bir söz vardır ki asırlık bir büyüyü bozan bir efsun gibi açar insanın kalbini, onda sevecek saygı duyacak bir yön bulur. Tıpkı demircide pahası bilinmediği için kıymeti olmayan antika parçasının sarrafta paha biçilmez kıymet kazanması gibi gözünde büyüdükçe büyür sevenin.

Aşktan farkı ise sahip olmak isteği yoktur ya da kendisinin olması şartı, bir bencilliği yoktur sevenin, aynı sevgiyi karşısındakinden beklemez ve onun da kendisine ait bir dünyasının olduğunu kabul eder. Hele de şehvet hiç karışmamıştır işin içine, asla başka gözle bakmamıştır. İhtiras karışamamıştır duygularına. Bir annenin gösterdiği sevgiden çok farklı değildir çocuğuna fedakârlık yönünden. Saftır, temizdir, çocukçadır. Ne evlenince biter ne de ölünce.

Aşk güzelliğe, zarafete, maddeye karşı gösterilmiş şiddetli bir muhabbetken sevgi kalbe karşı olmuştur hep. Aşk diye başlanıp da aşk bitti diye bitirilen o kadar evlilikler, bir zaman çok güzel olan karısını ihtiyarladıkça eskisi kadar güzel bulmayıp çocuğu yaşındaki insanlarla birlikte olan nice erkek ya da kocası ihtiyarladı diye daha genç erkeklerle onu aldatan o kadar kadın var ki toplumu Ortaçağdakinden hatta Sokrates'in ahlak adına zehir içtiği çağlarınkinden bile daha büyük bir çöküntü beklemektedir. Oysa sevgide yaş ilerledikçe seven sevdiğinde her yaşa ait bir güzellik keşfeder onu hayat arkadaşı olarak gördüğü için kusurlarını aramaz, onları örtmeye çalışır. Şefkat ve merhameti ise o ihtiyarladıkça acizlik karşısında daha çok artar ve kendisiyle hayat yükünü paylaşan insana karşı saygısı hayat yolunda atılan her adımda bir çığ gibi büyüyerek devam eder. İşte bu yüzdendir ki medyada çok karşılaştığımız bir anket sonucu vardır: "aşık olup da flört ederek evlenenlerin boşanma oranları yine yüksek çıktı".

Her duygu mevcut insanın ruhunda ister sağlıklı olsun ister hastalıklı ama muhakkak bir iz vardır hepsinden. Yeri geldiğinde biz farkında olmadan gösterirler bu duygular kendilerini. Örneğin kavga eden iki insan görsek birisinde haklı birisinde haksız bir yan ararız hemen, aklımızda ilk önce bu canlanır, kavganın çirkin bir şey olduğu değil, yani herkeste mevcut biraz şiddet eğilimi her ne kadar hümanistlikten dem vursak da. Bazen başkasının üzüntüsüne takılır gideriz kendimizi üzmek pahasına. Aşkta da yaparız ya hep bunu. Sevdiğimizi üzeriz, kırıcı oluruz, yeri geldiğinde bırakıp gideriz ve içten içe bundan mutluluk duyarız. Ya da tam tersi sevdiğimizin bizi üzmesine izin veririz, kötü sözlerine katlanır, belki ağlarız ama bırakıp da gidemeyiz belki bir ömür gelmeyeceğini bile bile giden sevgiliyi bekleriz gözümüz yolda. Yani hayatımızı mutluluğu aramak adına bir ömür mutsuz olarak yaşamaya adarız. Bunu ise kimsenin zorlaması ve baskısı olmadan kendi rızamızla yaparız.

 

   
  Bugün 6821 ziyaretçi (Her Türlü Site Tasarlanır...........)  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol